6 Aralık 2025 Cumartesi

Train Dreams (2025)

 
Yönetmen: Clint Bentley
Oyuncular: Joel Edgerton, Felicity Jones, William H. Macy, Kerry Condon, Nathaniel Arcand
Senaryo: Clint Bentley, Greg Kwedar, Denis Johnson
Müzik: Bryce Dessner

Yayımlandığı yıl The New York Times, The Economist, NPR gibi dergilerde yılın en iyi kitapları arasında gösterilen, Pulitzer Ödülü Finalisti Train Dreams, Clint Bentley ve Greg Kwedar tarafından uyarlanıp Bentley'nin yönettiği bir filme dönüştürüldü. National Book Award 2007 kazananı yazar Denis Johnson, Train Dreams’de 20. yüzyılın başlarında Amerika’da giderek artan köprü ve yol inşaatlarında bulduğu gündelik işlerde çalışan Robert Grainier’ın hikayesini anlatıyor. Hikaye olağanüstü, sıra dışı, unutulmaz bir hikaye değil. Sıradan bir işçinin çeşitli işlerde çalışması, Gladys'e aşık olup evlenmesi, bir kız çocuğu olması, sonra yine nerede iş bulursa oraya çalışmaya gitmesi, gittiği yerlerde karşılaştığı insanlar ve yaşadığı olaylardan bahsediliyor. Ama Train Dreams bunları o kadar hassas, zarif, estetik, şiirsel, aynı zamanda mütevazi bir üslupla işliyor ki, uyarlandığı kaynağı okumamış olsak da okumuş kadar hücrelerimizi dolduran yoğunluktaki filmlerden. Sıradan bir işçi olan Grainer'ın merkezindeki bu varoluşçu hikaye, her kim, hangi mevkide, sınıfta, karakterde olursa olsun, insanın doğa karşısındaki sıradanlığının vurgusunu yapmaya çalışıyor. Bunu yaparken seçtiği olay örgüsü, insanlar, bunların detaylandırılış biçimleri yeni bir keşif değil belki. Ancak bu sıradanlıklardan minyatür ölüm, yas, kayboluş ve hayatta kalış öyküleri devşiriyor.

Bir ana karakter etrafında şekillendirilen olay ve karakter çeşitliliği ve bunların o karakter üzerinde bıraktığı farklı etkilerden evrensel bütüne ulaşma yömtemi bugüne dek pek çok filme, romana konu oldu, olmaya da devam ediyor. Train Dreams de duruş olarak bu filmlerden ayrı değil. Sadeliğini biçim olarak zenginleştiren ama o sadeliği hüzünle yoğurup ona sahip çıkan, onu koruyan bir tevazu mevcut filmde. Bunun sağladığı şiirsellik hiçbir zaman ayakları yerden kesmiyor. Grainier’ın Amerika’yı baştan başa saracak olan demiryollarına, gelişen teknolojiye, şehirleşmeye başlayan kasabalara, değişen yaşam tarzına, doğumlara, ölümlere tanıklık edişi, Martin Eden gibi bir yazar gözünden değil, Grainier gibi normal bir emekçi gözünden tanıklık ediş içeriyor. Farklı gözler Grainer'ı çok farklı biçimlerde konumlandırabilir, onu ciddiyetten uzak biçimde kahramanlaştırabilirdi. Denis Johnson'ın baş karakter olarak Grainer gibi sıradan bir işçiyi seçmiş olmasının sebeplerinden birinin de belki de onun gibi sıradan birer okuyucu/seyirci olan bizlerin doğadaki, dünyadaki, evrendeki yerimizin ne kadar küçük olduğunu hatırlatmak olduğunu düşünebiliriz. Her şeyin birbirine bağlı olduğu bu devasa düzen içinde tutunacak bir yer bulmaya çalışmamız esnasında, aşk, evlilik, ebeveynlik, yoksunluk, kaza, ölüm, yas gibi başımıza gelenler bize bu faniliğimizi bazen unutturuyor, bazen hatırlatıyor. Bizim için hayati önem taşıyan şeyler doğanın umurunda olmuyor. Onu kendimize uydurmaya çalıştığımızda, bozduğumuzda, yıktığımızda bedellerini ödüyoruz.


Robert Grainier, etrafında olup bitenlere müdahale edemiyor, bir şeyleri değiştiremiyor, savaşmıyor. Çünkü bunların kendisini aşan şeyler olduğunu, kurulu düzenler içinde hep olageldiğini, tek başına radikal hamleler yapıp başarılı olamayacağını biliyor belki de. Bunun pasiflikten, bencillikten ziyade mizacından kaynaklı olduğunu onu tanıdıkça anlıyoruz. Yaptığı işe odaklanan, sorgulamayan, sorgulasa dahi uzak doğulu işçilere yapılan kötü muamelelere karşı ucuz kahramanlıklar yapmadığında olduğu gibi kendi işini kaybetme, alıştığı basit düzeni bozma riskini göze almıyor. Gladys ona yaklaşmasa aslında Gladys'in hayatının aşkı olduğunu bile fark edeceği yok. Gladys ve küçük kızı Kate ile hayatı başka bir anlam kazansa da yine uzaklara gidip çalışmak, yine para kazanmak, yine hayatta kalmak zorunda. Doğayı tanıyor, ona karşı durmanın beyhudeliğini anlıyor. Ama bilgece bir anlayış değil bu. Bilgelik, bir ara ormanda beraber çalıştığı ekipte bulunan Arn Peeples adlı yaşlı adamda hissediliyor. Yıllardır bu işin içinde olan, doğanın, ağaçların dilinden anlayan, onların yüzyıllardır burada olup dünya tarihinin asıl sahipleri olduğunu savunan Arn, filme önemli bir iz bırakan karakterlerden biri. Grainer, Arn Peeples, orman gözlemcisi Claire Thompson, kasaba esnafı Ignatius Jack gibi hayatından gelip geçen insanlardan bir şeyler alıyor. Hepimiz bunu yapıyor, hayatımıza dokunan başkalarından iyi kötü bir şeyler alıyor, öğreniyoruz.

Denis Johnson nasıl kitabında destansı bir karakter yaratmıyor, onun üzerinden olağanüstü olaylar kurgulamıyorsa, Clint Bentley de filmini böyle tasarlamıyor. Özellikle ağaçlar aracılığıyla doğanın yaşayan, nefes alan, hayat ve bereket veren, gerektiğinde öç alan, ölen, bazen öldüğünde bile farklı suretlerde hayat bulan uzun ömürlü seyrinde insanın durduğu küçücük yeri belirginleştirmek için sıradan bir emekçinin seçilmesi çok önemli. Hepimiz sıradanız. Doğuyor, büyüyor, aşık oluyor, evleniyor, çalışıyor, gülüyor, ağlıyor, buluyor, kaybediyor, hastalanıyor, iyileşiyor, ölüyoruz. Milyarlarca yıllık bir zaman diliminde ortalama 70-80 yıl ikamet ediyor oluşumuz bizi bu evrenin hakimi yapmıyor. Grainer'ın "münzeviliği", aslında bu dünyadaki insanoğlunun münzeviliğine referans oluşturuyor. Doğanın hakimi değil, minicik bir parçası olduğumuza, o minicik ömrümüz neleri ve kimleri sığdırdığımıza dair mütevazi bir varoluşçuluğun zerrelerini izliyoruz. Brezilyalı görüntü yönetmeni Adolpho Veloso'nun nefis işçiliği, Bryce Dessner'in müzikleri çok dokunaklı. Avustralyalı usta aktör Joel Edgerton'ın Grainer'ı giyme ve taşıma biçimi de aynı ortak tevazuyu bünyesinde barındırıyor. Keza Felicity Jones ve kısa ekran süresine rağmen filme iz bırakan William H. Macy performansları da bu çizgiden çıkmıyor, hüzün olup yağıyorlar adeta. Bir TV filmi olarak Train Dreams, birçok vizyon filminden çok daha güçlü, edebi yönü uyarlandığı novella kadar incelikli ve en belirgin özelliklerini bu tevazusundan, sadeliğinden, münzeviliğinden almış, yılın en iyilerinden biri.

29 Kasım 2025 Cumartesi

Le procès Goldman (2023)

 
Yönetmen: Cédric Kahn
Oyuncular: Arieh Worthalter, Arthur Harari, Stéphan Guérin-Tillié, Nicolas Briançon, Aurélien Chaussade, Christian Mazzuchini, Jeremy Lewin, Jerzy Radziwilowicz, Chloé Lecerf
Senaryo: Nathalie Hertzberg, Cédric Kahn

Le Procès Goldman, 70'lerde kamuoyunu uzun süre meşgul eden, birkaç soygundan hüküm giymiş Fransız bir devrimci olan Pierre Goldman'ın davasını konu alıyor. Nisan 1970'de radikal solcu aktivist Pierre Goldman, birinde iki eczacının öldürüldüğü dört silahlı soygun ile ilgili yapılan ilk duruşmada, ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Ancak eczane davasında masumiyeti ilan edilir. Ekim 1975'te hapishanede yazdığı savunma dilekçesi şeklindeki "Fransa'da Doğmuş Polonyalı Bir Yahudinin Karanlık Anıları" adlı kitabı çıkar. Kasım 1975'te temyiz mahkemesi ilk kararı iptal eder ve davayı Amiens Ceza Mahkemesi'ne gönderir. İkinci dava başladığında Pierre Goldman birkaç hafta içinde entelektüel solun simgesi haline gelir. Tamamı duruşma salonu ve binasında geçen film, Natalie Hertzberg ve Cédric Kahn tarafından senaryolaştırılmış, 90'lardan beri senarist, yönetmen, oyuncu olarak sektörde iş yapan Cédric Kahn tarafından da yönetilmiş. Fransız mahkeme düzeni gereği hakim, avukat, savcı tanık, sanık, jüri, hatta seyircilerin bile izinsiz söze karışabildiği bir salonda geçtiği için diyalog temelli anlatım son derece akıcı, sürükleyici ve enerjik ilerliyor. Yaşanan olayları bu insanların ağızlarından duyduğumuz, karşı görüşleri, gerekçeleri, sebepleri, inkarları detaylarıyla dinlediğimiz için gözümüzde canlandırmamız daha kolay oluyor. Aynı zamanda ikilemler yaşamamızın, bir o yana bir bu yana savrulmamızın da önü açılıyor.

Mahkeme filmleri bu suçları kafalarda canlandırma, suçun giriş, gelişme ve sonuç aşamalarında jüriye (ve seyirciye) farklı açılardan bakma, beyin fırtınası yaptırma fırsatları sunduğu için rağbet görüyor. Le Procès Goldman da bu fırsatları bol bol sunan bir yapım. Özünde trajik ama çok da çetrefilli olmayan bu çifte cinayet davasının bu mahkeme bileşenleriyle dallanıp budaklanmasını, zaman zaman yön değiştirmesini, gizemini bir şekilde muhafaza etmesini izlemek özellikle mahkeme filmleri sevenler için çok keyifli. Davanın kendi seyri yeterince heyecan verici iken, Goldman ile onu savunan genç avukat Georges Kiejman arasındaki ilişkinin bu süreçte gerginleşmeye başlaması da bu seyire eklemleniyor. Pierre Goldman, yapı itibarıyla karmaşık bir adam. Devrimci aktiviteleri, düzen ve onun kolluk kuvvetlerine karşı cesur ve eleştirel duruşu yanında, zaman zaman kişisel zevklerini öncelemesi ve para kazanma yöntemleriyle çelişkiler yaşamış. Bunlara rağmen cinayet suçunu kabul etmiyor. Savcıların sıkıştırmaları, avukatların savunmaları, farklı tanıkların ifadeleri, bunun yanında istediği zaman söz hakkı alan Goldman'ın müdahaleleri hem davanın, hem de filmin tansiyonlu gidişatını sürekli diri tutan bir atmosfer içinde kendine yer buluyor. Başta Goldman'ı canlandıran Arieh Worthalter olmak üzere üst düzey performanslara şahit olduğumuz Le Procès Goldman, birçok yönden dava seyri takip edilmesi enteresan meseleler içeren, bunun yanında Goldman açısından psikolojik bir vaka olarak da bakılabilecek bu mahkeme sürecini, kendini mahkeme salonuyla sınırlamak suretiyle masaya yatırmış bir film.

20 Kasım 2025 Perşembe

Peacock (2024)

 
Yönetmen: Bernhard Wenger
Oyuncular: Albrecht Schuch, Julia Franz Richter, Anton Noori, Salka Weber, Theresa Frostad Eggesbø, Maria Hofstätter, Branko Samarovski
Senaryo: Bernhard Wenger
Müzik: Lukas Lauermann

Özel bir şirkette çalışan Matthias'ın görevi, kiralık rollere girmekten ibaret. Kültürlü erkek arkadaş, mükemmel evlat, örnek baba, artık kim ne talep ederse o role bürünen Matthias, müşterilerin talepleri doğrultusunda işini hakkıyla yapan tam bir profesyonel. Ama hayatını başkaları olarak kazanan bu adam, beraber yaşadığı kız arkadaşı Sophia sayesinde kendisi olmayı unutmaya başladığını fark ediyor ve sorunlar başlıyor. Bir sürü kısa filmin ardından ilk uzun metrajını yazıp yöneten Bernhard Wenger, ara sıra haber olarak önümüze düşen kiralık insan/insanlar meselesinden hareket noktası oluşturarak, yoğun iş temposu veya şehir yaşamının yalnızlaştırdığı insanlara hizmet verirken rolüne kendini fazla kaptırıp kendi hayatının iplerini elinden kaçıran bir adamın dramını kurguluyor. Çin'de bedava noodle yemek için cenaze evlerinden yas tutan veya Japonya'da tek günlük arkadaş olarak kiralanabilecek insanların var olduğu bir dünyada bunun şirketleşmiş bir kurgusunu daha spesifik bir yerden okumaya çalışan Wenger, kiralayana değil kiralanana odaklanıyor. Çin veya Japonya gibi kalabalık ülkelerin ironik biçimde izole hale getirdiği bireylerine ya da başka toplumlarda kendi çabalarıyla arkadaş, eş edinememiş, ebeveyn ve evlat eksikliği çeken insanlara bu boşluklarını doldurma fırsatı sunmak fikir olarak iyi durmakta. Üstelik kiralayanlarla ilgili senaryo alternatifleri daha çok olsa da, kiralananın iç dünyasına bakmak çok daha ilginç olabilir diye düşünmüş.

Gelecek senaryolarında insanların bu yalnızlığına eşlik etmek için robotlar veya yapay zeka yüklü insansı tasarımlar kullanılmasına aşina sayılırız. Ama bu görevi üstlenmiş gerçek bir insan fikri dahilinde yaşanabileceklere dair Wenger'in düşündükleri için Matthias gibi bir örnek çok kullanışlı. Onu canlandıran Albrecht Schuch'un ölçülü performansıyla rolünü ciddiye alan, müşteri memnuniyeti için her role bürünebilen Matthias'ın eve döndükten sonra duygusuz bir robota dönüşmesi, her istenileni sorgusuz sualsiz yapması, sinirlenmemesi, hatta bu durumdan şikayetçi olan partneri Sophia'nın onun bu normal olmayan psikolojisini test etmek için yaptıkları sonrasında gerçek insani tepkiler göstermedeki acemiliği, amaçlanan karakter mesafesini sağlıyor. Bu haliyle Matthias ile özdeşleşmek oldukça zor. Zaten başlangıçta istenen bu olduğu için zaman zaman sinir bozucu olan bu acemilik, filmin çözmesi gereken en önemli sorun olarak iyi çalışıyor. Matthias ev hayatında o kadar sıkıcı ki, onun normal bir insan olduğunu hissedebilmemiz için tıpkı Sophia'nın onu kışkırtmaya çalıştığı şekliyle öfkelenmesine bile razı hale geliyoruz. Oysa bir başka müşterisiyle pratik yaparken rol de olsa öfkelenebildiğini görüyoruz. Onun rol yaparken çok becerikli olan sosyal hali, kendisi olduğu anlarda tökezliyor. Bir yoga etkinliğinde tanıştığı Ina ile ilişkisinde de bu durum daha da yüzeye çıkıyor. Anahtar kelime yalnızlık.

Yaptığı iş, yalnız insanlara sahte de olsa etrafa karşı onların yalnız olmadıklarını göstermek ve hissettirmek. Uçaklara meraklı babasız bir çocuk onun sayesinde sınıf arkadaşlarına, öğretmenlerine, velilere bir pilot babası olduğunu gösterme hissini yaşıyor mesela. İnsanların yalnızlıklarına geçici de olsa derman olduğu halde kendisi yalnız kalınca ne kadar donanımsız olduğunu fark ediyor. Kadınlarla, ayrılmasına sebep olduğu bir müşterisinin kocasıyla, hatta kiraladığı cins köpekle ilişkilerinde sürekli sorunlar yaşıyor. Üstelik bu sorunlara yaklaşımı yaşam tecrübesi eksikliğine ve yalnızlık tecrübesizliğine dayanıyor ki bu da onu çocuksu bir savunmasızlığa sürüklüyor. İnsanlara profesyonel hizmet verirkenki soğukkanlılığı, terk edildiğinde ortağına çocuk gibi sarılmasıyla tezat yaratan bir kişilik kayboluşuyla yer değiştiriyor. İlk filmiyle sade ama yetkin bir yönetmenlik sergileyen Bernhard Wenger, sanki özellikle filmin son 10 dakikasını Ruben Östlund'a çektirmiş gibi bir görüntü verse de, yetişkin bir adamın büyüme hikayesi olarak da incelenebilecek senaryosunu başarıyla hayata geçiriyor. Yalanlar üzerine kurduğu iş hayatının, özel hayatı ve kişiliğine de sıçramış olduğunu geç keşfeden bir adamın kendini arayış ve onarma çabalarını izliyoruz. Tanrısal iradenin vücut bulması için Düşmüş Melek, bir nevi aracılık rolü üstlenmiştir. Düşmüş melek, Melek Tavus olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Filme adını veren ve birkaç kez görünen tavus kuşunun filmle bağlantısını da Matthias'ın bu aracılık rolleriyle kurabiliriz belki.

12 Kasım 2025 Çarşamba

Das weisse Band (2009)


Yönetmen: Michael Haneke
Oyuncular: Christian Friedel, Burghart Klaußner, Josef Bierbichler, Ulrich Tukur, Susanne Lothar, Ursina Lardi, Leonie Benesch, Fion Mutert, Maria-Victoria Dragus, Leonard Proxauf, Levin Henning, Johanna Busse, Rainer Bock, Thibault Sérié, Roxane Duran, Miljan Chatelain, Eddy Grahl
Senaryo: Michael Haneke

1913 Almanya’sında bir köyde geçen yeni Michael Haneke filmi Das weisse Band’de usta, hem diğer filmlerinde beslendiği karakteristiklerine, hem de kendisinden pek de beklenmeyen üslup ve tekniklere başvuruyor. Öyle ya da böyle, kendisini bir Haneke yapıtı olarak tanımlatabiliyor. Klâsiklerin masum ve gizemli görsel ambiyansını yakaladığı siyah-beyaz tercihi, tipik Haneke paranoyalarını kırsalın saflığına taşıyarak görünenin ardındaki pastoral cehennemi her yönüyle kutsuyor. Bu sayede çocukların oyun oynadıkları tekinsiz su kenarları, sinsi güneşin aldatıcı parlaklığı, karla kaplı yollar, nereden estiği belli olmayan rüzgâr, büyük savaş öncesison demlerini yaşayan bereketli tarlalar Haneke’nin edebî bir gerçeklik taşıyan anlatımına kusursuz bir dekordan öte, bir kişilik katıyorlar adeta.

Das weisse Band’e evsahipliği yapan küçük Alman köyü, toprak ağası, çiftçisi, rahibi, doktoru, öğretmeni, hizmetçisi, ev kadını ve en önemlisi çocukları ile Haneke’nin sınıfsal farklılıklardan, her yaşa ait şiddet eğilimlerinden, insanoğlunun karanlık taraflarından beslenen eleştirel yapısına mükemmel bir pilot bölge oluşturuyor. Bu meslek dallarını ve sosyal konumları temsil eden bireyler vasıtasıyla savaş öncesi, aslında zeminin ne kadar kaygan olduğuna, aile, din gibi kutsal kisvelerin altında sessiz ve derinden bir savaşın çok önceleri başlamış olduğuna dair tüyler ürperten tespitler sunuyor. Yine bu başlıklardan hareketle siyasi, dinî, bilimsel ve sosyal baskılardan en fazla etkilenen çocukların da bu katı sisteme bağışıklık kazanarak uyum sağlamış görüntüsü, kolektif paranoyaların zamansız ve evrensel gerçekliğini gözler önüne seriyor. En küçük yerleşim biriminde bile oturtulmuş olan, nesilden nesile aktarılan düzenin kendi içinde ne kadar kokuşmuş olduğunu gözümüze sokmadan ustaca ifade eden Haneke, tüm bunları gözümüze sokmaya çalışsa bu kadar etkili olamayabileceğinin bilincinde bir sinema adamı.


Köle-efendi ayrımına, geleneksel hale gelmiş pedagojik saptırmaların yarattığı sessiz travmalara, enseste, fiziksel ve sözel aşağılamalara mâruz kalan çocukların I. Dünya Savaşı Almanya’sında ve sonrasında cephede ve geride aktif rol oynayacak bireyler haline geldikleri fikrinin temellerini bir köyde arayan Haneke, bu sayede iyiliğin, saflığın, masumiyetin sembolü bir yerleşim biriminde kötülüğün, sapkınlığın ve suçun kaynağına da inmiş oluyor. Bugüne dek Nazi Almanya’sına dair okuduğumuz, izlediğimiz, duyduğumuz her şeyin kaynağından bir kesit sunuyor. Masumiyetini yitirdiği gerekçesiyle koluna beyaz bant takılan Martin’in acı ve nefret dolu bakışlarında bir nazi subayını, Klara’nın katı disiplinle yetiştirilmiş kişiliğinin az da olsa açık ettiği faşizan soğukkanlılığı görebiliyoruz. Artık bir ritüel halini almış toplu dayak seramonisinin gerçekleşeceği odanın kapısı yüzümüze kapandığında, yıllar sonra o kapının bir gaz odasına ait olacağını, masumiyetin yitiriliş sembolü bantın bir benzerinin de kimlere takılacağını tahmin edebiliyoruz.

Gösterdiği şiddet kadar göstermediği ile de kendi sinemasının efendisi olan Haneke, Das weisse Band’de uzun planlar ve durağan anlatımından biraz uzaklaşarak belli bir ritme ayak uyduran, fakat etkisinden hiç birşey yitirmeyen dilden konuşuyor. Özellikle Avrupa sinemasının siyah-beyaz estetiğinin sinematografik nostaljisini, Haneke usülü tedirginliklerle kusursuz harmanlıyor. Josef Bierbichler, Ulrich Tukur, Susanne Lothar (nedir bu kadının Haneke’den çektiği!) gibi tecrübeli Alman oyuncular yanında, özenle seçildiği her hallerinden belli çocuklardan oluşan ekip de Haneke’nin oyuncu yönetiminin çetrefilli yollarından başarıyla geçtiklerini sezdiriyorlar. Yılın, hatta belki de son yılların en iyi filmlerinden biriyle karşı karşıya olmamız, Michael Haneke gibi üstün değerlerin Avrupa sineması için ne kadar hayati öneme sahip olduğunu çarpıcı biçimde bir kez daha hatırlatıyor.

8 Kasım 2025 Cumartesi

Kill Me Again (2025)

 
Yönetmen: Keith Jardine
Oyuncular: Brendan Fehr, Majandra Delfino, Matthew Page, Daved Wilkins, Keith Jardine, Michelle Waterson, Ryan Jason Cook, Juliet Lopez, Tait Fletcher
Senaryo: Keith Jardine
Müzik: Lance Bendiksen, Schneider Sienes

Charlie adındaki seri katil, bir gece kamyonetiyle bir yol üstü lokantasına girer. Lokantada televizyondan seri katille ilgili haberi izleyen iki arkadaş, üç genç, vardiyasını tamamlamış iki hemşire, gizli buluştukları anlaşılan bir çift, David adında sessiz bir adam, aşçı ve garson Ana vardır. Charlie bir süre takıldıktan sonra dışarıda Ana'yı bekler. Onu zorla kamyonetine bindirip orada öldürür. Ama hemen ardından lokantaya girdiği ilk ana geri döner. Bu durumu tekrar tekrar yaşayan Charlie, lokantadan bir türlü çıkamadığını, her girdiğinde orada yaşananların başa sardığını fark eder. Çeşitli filmlerde yan roller alan, bu filmde de David rolünde görünen, El Paso 11:55 adında bir kısa filmi de bulunan Keith Jardine'in yazıp yönettiği ilk film olan Kill Me Again, türler arası gezinen iyi bir başlangıç. Bu türler komedi, gerilim, slasher ve ucundan da olsa dram şeklinde özetlenebilir. Özellikle Groundhog Day'in açtığı yolda bir çok farklı denemeye girişen filmlerden biri olarak aynı günün tekrar yaşanması üzerine ilginç fikirlere sahip olduğu da söylenebilir. Yalnız burada aynı günden ziyade, Charlie'nin lokantanın kapısından girdiği an ile, artık ne zaman çıkarsa o ana kadar bir tekrar söz konusu. Bu tür filmlerin sahip olduğu 24 saatlik bir süre yerine de orada geçirilen zaman şeklinde bir esneklik var. Lokantanın dışındaki ufak park yeri de bu zaman döngüsünün sınırları içine dahil edilmiş.

Mekandaki bir grup insan ve onların davranışları, tepkileri, konuşmaları tekrar ettikçe seyirciye belli bir şablon sunan Jardine, kendine yarattığı bu döngüsel özgürlük içinde istediği gibi at koşturuyor. Bu döngüye hapsolan öznesi Charlie'yi bir seri katil olarak tanımlamakla kara komedi sınırlarını iyice genişleterek farklı kombinasyonlar tasarlıyor. Charlie'nin başlangıçta yaşadığı şaşkınlıktan, alışma evresinde yaptığı acemiliklerden, giderek alışmasından, tadını çıkarmaya başlamasından, bir süre sonra kaçınılmaz olarak bunalmasından ve ahlaki ikilemlere düşmesinden oluşan bir izleğin gereklerini başarıyla uyguluyor. Charlie bir yandan çıkamadığı bu lokantada ne yapacağını düşünürken bir yandan bu döngüyü bozabilecek totem arayışı içine giriyor. Buna yönelik deneme yanılmalar bir süre sonra eğlenceli bir tek mekanda geçen slasher türüne evriliyor. Seri katillerin öldürme eyleminden aldıkları haz düşünuldüğünde bu lokanta Charlie için adeta bir açık büfe işlevi görüyor. Ama bir yemeği ne kadar severseniz sevin, önünüze ondan bolca ve her gün (burada her döngü) koyarlarsa sıkılmamanız neredeyse imkansız. Charlie de doya doya seri katilliğini icra ettikten ve her seferinde öldürdüğü kişileri tekrar hayatta gördüğünden dolayı kendi çapında bir tükenmişliğe kapılıyor. Basit bir yağda yumurtaya bile hoş bir anlam yükleyen Jardine senaryosu, Charlie sayesinde özgürlüğünün, sonra mahkumiyetinin, sonra yine özgürlüğünün diye sürüp giden sefasını sürüyor. Her bir döngüye kendi çapında farklı anlamlar yükleyip, mekanda bulunan farklı karakterleri öne çıkararak skeç benzeri ufak senaryo eklemeleriyle sürekli yenileniyor.

Bu kendini yenileme işlemini "kendini tekrar" olarak görmek seyirci açısından da olası. Charlie iğrenç bir karakter ve onun bu sıkışmışlık içinde debelenmesi keyif veriyor. Fakat Jardine yavaş yavaş Charlie'nin bu çaresizliğiyle empati kurmamız yönündeki ince ayarları kurarken de keyif veriyor. Dexter gibi kodları, ilkeleri olmayan, zevk için öldüren Charlie gibi bir katilin, içine düştüğü bu döngüde "şayet farklı bir insan olsaydı nasıl bir Charlie görürdük" sorusuna cevaben yaptıkları da yine lokanta sınırları dahilinde senaryonun kendini tazelemesine örnek gösterilebilir. Filmin bu cevaba zaman ayırabilecek ufak çapta bir dram senaryosu karakteri de mevcut. Keith Jardine, komedi, dram, slasher arasında başarılı bir kurguyla sağladığı dengeyi sona kadar çok iyi taşıyor. Sürpriz final ise herkesi tatmin etmeyebilir ve bir miktar didaktik bulunabilir. Ama o noktaya gelene kadar Groundhog Day veya Age Of Tomorrow gibi usta örneklerde izlediğimiz döngü sürecine, karakter değişimine/gelişimine seri katil ve hapsolunan bir yol üstü lokantası çeperlerinde gayet sürükleyici ve eğlenceli açılardan bakabilen bir film. Brendan Fehr, Majandra Delfino gibi pek kimselerin tanımadığı, bağımsız filmlerde veya TV dizilerinde yan rollerde görünen oyuncuların hiç de sırıtmayan performanslarıyla da güçlenen Kill Me Again, umarız Keith Jardine'in gelecekte de iyi işler çıkarmasına vesile olur. Zira düşük bütçelere, tanınmamış oyunculara rağmen böyle sürükleyici, dinamik, alt metinli filmler çeken senarist/yönetmenlerin sürekli olması her zaman arzulanır.

31 Ekim 2025 Cuma

Anemone (2025)


Yönetmen: Ronan Day-Lewis
Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Sean Bean, Samantha Morton, Samuel Bottomley, Safia Oakley-Green
Senaryo: Daniel Day-Lewis, Ronan Day-Lewis
Müzik: Bobby Krlic

Kuzey İngiltere’de geçen film, banliyöde yaşayan Jem'in (Sean Bean) ormanda münzevi hayat süren kardeşi Ray (Daniel Day-Lewis) ile yeniden bağ kurma hikâyesini anlatıyor. Yıllar önce yaşanan trajik olaylarla değişmiş ilişkileri, karmaşık ve gizemli bir geçmişe dayanmakta. Jem'in Ray'i eski hayatına döndürme çabasının altında eşi Nessa (Samantha Morton) ve babası yüzünden bir kavgaya karışmış olan oğlu Brian'ın (Samuel Bottomley) ona ihtiyaç duymaları yatıyor. Ne var ki Ray'i geri döndürmek o kadar kolay değil. Senaryosunu babası Daniel Day-Lewis ile birlikte yazan Ronan Day-Lewis'in ilk filmi olan Anemone, bir süre önce oyunculuğu bıraktığını açıklayan Daniel Day-Lewis'in geri dönüş filmi olması açısından önemli. 27 yaşındaki Ronan'ın, babası Daniel'ı, yıllarca kırsalda kendine dayattığı inzivaya çekilmiş, ordu geçmişinde yaşadıkları yüzünden sorunlu ve küskün Ray Stoker rolüyle oyunculuğa geri döndürmesi hem oğul Day-Lewis'in kendisi, hem de baba Day-Lewis aktörlüğünü sevenler için bir nimet adeta. Aslında filmin çok özel, ayrıksı, kenarlı, köşeli, oyuncaklı bir senaryosu yok. Hatta tamamen kurgusal Ray Stoker karakteri üzerine bir çalışma bile denebilir. Ronan'ın muğlak üslubu, görsel metaforlar tercih etmesi, yarı doğaüstü stillere başvurması ve gerçeküstü olandan nemalanmaya eğilimli bir rejisörlüğü karakter olarak benimsemesi ilk başta önemli bir mesafe ve yabancılaşma yaratıyor. Ancak hikaye çözüldükçe, travma, hesaplaşma, bağışlanma, arınma üzerine bir meditasyon netleşiyor.

Filmin travma, geçmiş acılar ve bu olayların ruhlarımız üzerindeki etkilerine dair fikirlerinin ve ulaştığı noktaların çoğu açıkça ifade edilmiyor. Sık sık sinir bozucu bir sessizlik yaşanıyor. Bunun yerine karakterlerin koyu ruh halleri, sahnelere serpiştirilmiş renk tonları, yoğun ve yavaş ilerleyen atmosfer aracılığıyla çıkarımlarda bulunuluyor. Ray'in geçmişin şeytanlarıyla paylaştığı izbe orman evinde, Jem'in Ray ve onun terk ettiği ailesi arasında, Nessa'nın bu uzun küskünlüğün yarattığı anaç çaresizliğinde ve oğul Brian'ın standart bir İngiliz kasabasının ortasında hissettiği duygusal izolasyonlar havayı sürekli koyulaştırıyor. Görüntü yönetmeni Ben Fordesman ile çalışan Ronan Day-Lewis, Galler kırsalının nefis doğa manzaraları ve rüya sahnelerini, dönük kasaba atmosferiyle tezatlaştırarak hikayesine az da olsa görsel bir katkı sağlayabiliyor. Söz konusu meditasyonun her seyirci için tahammül edilir olduğunu söyleyemeyiz. Baba-oğulun kişisel bir projesi olması, biz seyircilerin anlamlandırmakta zorluk çekebileceği unsurları da beraberinde getiriyor ve en önemlisi, bu unsurları taşıyabilen farklı bir hikaye bulunmuyor. Belki de kasıtlı olarak anlaşılması güç bir film olan Anemone, net cevaplar sunmak yerine, yoğun bir şekilde duygusal bir portre çizip, travma ve acının doğasının Ray ve diğer üç karaktere yansımalarının incelenmesiyle ilgileniyor.

Daniel Day-Lewis, beyazperdenin sahip olduğu en inanılmaz oyunculardan biri. Anemone'daki performansı bize nasıl bir manyetik güce sahip olduğunu hatırlatıyor. Ray rolünde, öfkesi ve acısı ile eşit derecede korkutucu, geçmişinin yaralarıyla kederli bir figür olarak kariyerinin en üstün oyunlarından birini çıkarıyor. Konuşmadığı anlarda bile rolünü yaşayan, tiradlarındaki işlevselliği ile sihir yaratan, seyirciyi kendine kilitleyen kusursuz bir doğallık bu. Keşke hikaye daha çekici, tiradların içeriği daha çarpıcı olsaydı. Day-Lewis'in karşısında yılların tecrübesi Sean Bean var. Onun karşısında oynamak gibi muazzam bir zorlukla karşı karşıya kalıyor Bean. Ancak asla tereddüt etmiyor ve elinden gelenin en iyisini yapıyor. Kendisine biçilen rol Day-Lewis'e serbest oyun alanları yaratmak gibi görünse de ondan beklenen standartları bile zaten seviyoruz. İngiliz sinemasının önemli oyuncularından Samanatha Morton ise oğlunun yıllar önce inzivaya çekilmiş babası Ray yüzünden yaşadığı sıkıntılarla baş etmeye çalışan melankolik performansıyla göründüğü sahnelerde iz bırakıyor. Bobby Krlic'in müzikleri filmin gizemli, gerçeküstü, kederli ruh haliyle uyum içinde. Ronan Day-Lewis, bu ilk filmiyle özellikle senaryo açısından birtakım yetersizlikleri olduğunu hissettiriyor. Reji açısından ise senaryodan bağımsız, bir miktar dağınıklık ve tecrübesizlik taşısa da gelecek filmleri için ümit verici dokunuşlar sergiliyor.

17 Ekim 2025 Cuma

It's Never Over, Jeff Buckley (2025)

 
Yönetmen: Amy Berg

17 Kasım 1966'da doğan, 29 Mayıs 1997'de 31 yaşında hayata gözlerini yuman Jeffrey Scott Buckley ya da tüm dünyanın onu tanıdığı adla Jeff Buckley'nin hayatı ve kariyerini konu alan It's Never Over, Jeff Buckley belgeseli, son yılların en iyi müzik belgesellerinden biri. Mary Guibert ve ünlü folk müzisyeni Tim Buckley'nin tek çocuğu olarak dünyaya gelen Buckley, soyadını aldığı babası tarafından değil, annesi ve üvey babası Ron Moorhead ile California'da büyüdü. O zamanlar Scott Moorhead diye bilinen adı, 1975'te babası Tim aşırı dozdan ölünce ilk adı Jeff ve onun soyadı olan Buckley olarak değişti. Annesinin eğitimli bir piyanist ve çellist olması, üvey babasının onu Led Zeppelin, Pink Floyd, Queen, Jimi Hendrix gibi efsanelerle tanıştırması sonucu müzik dolu bir hayat içinde büyüdükçe 5 yaşında gitar çalmaya başladı. 12 yaşında da müzisyen olmaya karar verdi. Buralar zaten binlerce müzisyenin kariyer basamakları ve özel hayatlarından izler taşıyor. Los Angeles'ta yıllarca birçok yerde müzikal olarak pişmesi, New York'u keşfetmesi, burada "o benim Elvis'im" dediği Nusrat Fateh Ali Khan ile tanışması, yavaş yavaş kendi şarkılarını yazmaya başlaması gibi pek çok basamak buna dahil. Özellikle 90'larda Manhattan'da bulunan Sin-é adlı mekan, bir çok ünlü müzisyenin kariyerini olduğu gibi Buckley'nin de müzik yolculuğunu pozitif yönde şekillendiriyor. Zira oradaki repertuarı rock, folk, R&B, caz, blues gibi eklektik coverlardan oluşuyordu.

Sin-é'de adını iyice duyurup 1992'de Dylan ve Springsteen gibi devlerin bağlı olduğu Columbia Records ile üç albümlük anlaşma imzalaması, 15 Ağustos 1994'te ilk albüm Grace'in çıkıp adım adım bir efsaneye dönüşmesi, haklı yükseliş ve bunun getirdiği birtakım sorunlar bu Amy Berg belgeselinde o kadar dinamik ve içten bir kurguyla bütünleştiriliyor ki, nihayet Jeff Buckley gibi bir 90'lar ikonunun hak ettiği belgesele kavuşmuş hissediyoruz. Özelikle Deliver Us From Evil (2006), West Of Memphis (2012), Janis: Little Girl Blue (2015) gibi çarpıcı belgesellere imza atan, bazı belgesel serilerinin çeşitli bölümlerini yöneten Amy Berg, bu proje için kesinlikle doğru isimlerden bir olduğunu gösteriyor. Belgeselin yapımcıları arasında bulunan Berg ve Brad Pitt'in Buckley'nin annesi Mary Guibert ile iletişime geçmesi, başta bunun bir kurgu film olacağı yönünde Guibert'i şüphelendirmiş. Belgesel projesi olduğunu öğrenince de elindeki daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış arşiv görüntülerini, fotoğrafları, ses kayıtlarını açmış. Hatta bizzat konuk olup kimsenin bilmediği detaylarla ve ölmeden önce ona bıraktığı telefon kaydıyla belgesele önemli dokunuşlarda bulunuyor. Kurgu masasındaki Stacy Goldate ve Brian A. Kates de bu nadir materyalleri ustalıkla bir araya getirerek, fonda da başta Grace albümünün şarkıları olmak üzere tüm Buckley şarkılarını kullanarak harikulade bir aşk mektubu yazıyorlar.

Ben Harper, Aimee Mann, Matt Johnson gibi önemli müzisyenlerin Buckley ile temaslarını öğrenmenin de ince katkılarını görüyoruz. Bu kadar genç ve henüz tek bir albüm sahibi müzisyenin Robert Plant, Jimmy Page, Paul McCartney, David Bowie, Bob Dylan, Nusrat Fateh Ali Khan, Chris Cornell gibi efsanelerin övgüleri mazhar olması boşuna değil. Jeff Buckley, bu başarı ve övgüleri babası Tim Buckley sayesinde değil, olağanüstü sesi ve şarkı söyleme yeteneğiyle elde ediyor. Sadece küçüklüğünde bir kez beraber vakit geçirdiği babasının gölgesini müzikal anlamda da, kendisine babalık etmemesinden kaynaklı bir güvensizlik anlamında da çok fazla hissetmiyor. Mütevazi ve pozitif kişiliğinin şöhretle imtihanı biraz yıpratıcı oluyor. Grace gibi çok başarılı bir albümün ardından gelen başarıyı sürdürme noktasında kaygılar yaşıyor. 29 Mayıs 1997'de kayıt stüdyosunun bulunduğu Memphis'teki Wolf River Harbor'da kaybolan, cansız bedeni nehirde bulunan Buckley'nin otopsisinde uyuşturucu ve alkole rastlanmıyor. Ölumü resmi kayıtlara intihar değil, kazara boğulma olarak geçiyor. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan It's Never Over, Jeff Buckley belgeseli sayesinde onun 31 yıllık hayatının tüm önemli durakları, kırılma noktaları, sevinçleri, hüzünleri, renkli kişiliği, etrafında bıraktığı izler, olması gerektiği kıvamda dramatik, tempolu ve melankolik bir karışımla ölümsüzleşiyor.